Makaleler

KRİZDELER, SİSTEMLERİ ÇÜRÜYOR, KORKULARI BÜYÜYOR, SALDIRIYORLAR; KESİNLİKLE GREV, KUŞKUSUZ DİRENİŞ, ELBETTE İSYAN!

Dünya ve ülke gündeminin birbiriyle yarışır vaziyette yoğunluk ve çeşitlilik kazanarak akmasının tek gerçekçi açıklaması, sınıf mücadelesine temel oluşturan çelişkilerin yeni yön ve biçimler alma yolunda önlenmesi zor hale gelen birikimler oluşturmasıdır. Emek cephesine ait güç ve dinamiklerin ileriye doğru ittiği, karşı-devrimin buna engel olmak adına var gücüyle barikat örmeye çalıştığı ve gözü dönmüş biçimde saldırganlaştığı süreç, maskeleri düşürerek, rol yapma kaygısını bastırarak ilerliyor. Silaha/şiddete daha fazla ve daha açıktan başvurmaları, yerleşik/alışılagelmiş refleksin ötesine geçerek daha azgın ve pervasız davranmaları hep bu yüzdendir.

Kim Libya’ya yönelik emperyalist saldırganlık ve işgalin, dün Tunus ve Mısır’da, bugün Yemen, Ürdün, Bahreyn ve Suriye’deki halk ayaklanmalarıyla ilgisini kuramaz; kim Newroz coşkusuyla ivme kazanan Kürt serhildanına yönelik saldırılar ile Ahmet Şık’ın basılmamış kitabına yönelik “kürtaj” operasyonunun, tezkereyi beklemeden gemilerle Libya seferine koyulma tavrından bağımsız olduğunu düşünür, onun başka bir dünyada yaşadığından söz edilmelidir. O dünyanın “gerçekliği” içerisinde Japonya’daki deprem ve tsunaminin yol açtığı felaketin boyutlarını asıl belirleyenin doğa değil emperyalist-kapitalist sistem olduğu da yoktur. Bu yüzden, Akkuyu’daki ısrar anlaşılamaz, bu nedenle HES’ler ile suyun ticarileştirilmesi ve genel olarak doğanın tahribatı kavranamaz.

Yağma ve talanın bir bütün olduğu, tarımdan toprağa, gıdadan çevreye her yeri, her nesneyi kapsadığı, yıkımın yalnızca maddi dünyayı değil onun üzerinde yükselen bütün değerleri kapsadığı da görülemez. Saldırı insana ait ve onunla ilgili bütün unsurlara yapılmakta, emperyalizmin savaşı, özü itibarıyla karşıt biçimde konumlandığı bütün toplumsal değerlere yönelik karakter kazanmaktadır. Bu yüzden bütün çelişki ve çatışmaların esas olarak iki kutbu vardır ve bunu yalın biçimde emek ve sermaye temsil etmektedir. Gericiler arası pazar kavgalarına, iktidar dalaşlarına ve yeniden paylaşım savaşlarına, onların bir bütün olarak ezilenler cephesine yönelik her türlü baskı ve saldırılarına yön veren de sermayenin çıkarlarıdır.

İşte bu gerçeklik onları yalnızca “devlet” adı verilen mekanizmalar etrafında değil başta BM olmak üzere IMF’den DB’ye, G-8 ve G-20’lerden NATO’ya bir dizi örgüt üzerinden de birleştirerek “sınırsız” bir güç oluşturmaya yöneltmiştir. Toplumsal düzenin esas unsuru olan insana, eşit, özgür ve adil bir düzenle bağlanmayan sınıfların/sistemlerin, kaçınılmaz sonu engelleme çabasının, “kaderi birleştirme” adına en rafine biçimidir bu. Tam aksi yöndeki konumlanışın, yani hak ve özgürlükler, bağımsızlık, yeni demokrasi ve sosyalizm için mücadele eden güçlerin geleceği kazanma yolunda ortak bir zeminde buluşmasının neden önemli olduğu, bunun her geçen gün neden daha fazla aciliyet kazandığını bu tablo ve yaşanan dünya gerçekliği anlatamazsa hiçbir şey anlatamayacaktır.

Kapitalizminin kendi mezar kazıcısı olarak proletaryayı “doğurması”, dahası büyütmesi ve olgunlaştırması gerçeği, emperyalizmle birlikte sömürgeci (ve yeni sömürgeci) süreçte ezilen ulus ve halkları kervana eklemiş ve proleter dünya devrimi katarı yeni dinamiklerle güçlenmiştir. Görece güçlenen ve büyüyen (“küreselleşen”) yalnızca emperyalistler değildir. Onlar her adımda kendi sonlarına giden yolun taşlarını da döşemekte, her hamleleri, her politikaları ve operasyonlarında devrim cephesinin mücadele gücü ve potansiyelini artırmaktadır. Devrim ve ayaklanma için nesnel koşullar ve devrimci durum gibi olguların, sermayenin hareket ve tasarruflarından bağımsız olmadığı realitesinin bir diğer okunuşu, sömürü, zulüm, kriz, işgal/savaş, devrim ve isyan diyalektiği ekseninde yapılmalıdır.

Emperyalist savaş makinesinin Libya’ya yönelmesinin arka planını, elbette temeli petrole (günde 1.6 milyon varille Afrika’nın en büyük, dünyanın 12. ham petrol üreticisi) uzanan maddi çıkarlar oluşturmaktadır ama bunun Arap dünyasında gelişen isyan dalgasına müdahale için yeni bir platform yaratma amacını, yani daha ölçekli bir bakıştan kaynaklandığını unutmamak gerekir. Gelişmeleri çok uzağa gitmeden, 1994’de Ruanda, 1992-1995 Bosna ve 2003’de Sudan’la beraber Afganistan ve Irak işgallerinde milyonlarca kişinin katledilmesine uzanan süreçteki “insani müdahale” pratiğiyle birlikte yorumlayanlar, düne kadar en sadık dost ve müttefik konumundaki Kaddafi’ye yönelik “halkını katletme, soykırım yapma” (“sivillerin korunması”) bahanesini anlamakta zorlanmayacaktır. 

 Sömürge ve yarı-sömürgelerdeki uşak ve işbirlikçiler genellikle kendi halkı üzerinde otorite kurmayı, “yönetme” kabiliyeti göstermeyi başardıkları (zulme meşruiyet kazandırma) oranda makbuldür. Bunu yitirdiği koşulda ya yenileriyle değiştirilir ya da buna yönelik halk hareketi geliştiğinde “değişime” uyması istenerek alternatifler devreye sokulur. Halk muhalefetinin rejimin temellerine yönelmediği koşulda bu sürece müdahale elbette ki daha kolaydır. Ama Obama’dan Tayyip’e “değişime direnmemelisin” önerisi getirenlere aldırış etmeyen Kaddafi gibileri için tek yol kendi yaratıcıları, hamileri tarafından “zorla” uzaklaştırılmaktır. Libya’da işleyen süreci bu tetiklemiş, halk muhalefetini yedeklemenin yanı sıra diğer ülkelerdeki gelişmelerin bu “direnme”den etkilenmemeleri hedeflenmiştir.

Böylelikle diğer ülkelerdeki halk ayaklanmalarına daha fazla (ve daha kolay) müdahil olmanın sırrı da burada aranmakta, büyük bir silah gücünün kullanıldığı atmosferde kendini kabul ettirmenin koşulları daha elverişli hale getirilmektedir. Konuyla ilgili Fransa’nın öne fırlama atağı, Almanya’nın çekimser tavrı ve de Türk devletinin “operasyona” eklemlenme süreci, ABD’nin kontrolü dışında değildir ama aralarında yaşanan çelişki ve sorunlara işaret ettiği gibi, her ülkenin sistem içindeki rolü ve kendi içindeki dengelerle yakından ilgili olduğunu göstermektedir. Her devlet yalnızca Libya’daki değil, bölge ve dünyadaki çıkarları sebebiyle BM ile NATO kararlarına, plan ve hareketlerine destek ve katılım (dolaylı-dolaysız) göstermektedir. Bu konudaki biçimsel farklılık ve atraksiyonların her birine ait çeşitli misyonlarla (haçlı seferi benzetmesini boşa düşürme ve model/öncü olma) yakından ilgisi bulunmaktadır. Unutulmamalıdır ki veto yetkisi bulunanların çekimser kalması, aslında “onay” vermenin en aşağılık biçimidir. Ha keza İncirlik ilk andan itibaren devredeyken, 3 gün önce “NATO’nun Libya’da ne işi var” denilip, komuta merkezi olarak İzmir’in belirlenmesi de aynı alçaklık kapsamında değerlendirilmelidir.

Türk hâkim sınıflarının bütün klikleri eliyle destek verdiği emperyalist saldırının, Kürt ulusal mücadelesine, direniş ve taleplerine yönelik saldırganlıkta da aynı mutabakat ve ortaklık taşıması rastlantı değildir. Sistemin tüm aktörleri, yaşamsal çıkarların söz konusu olduğu bütün durumlarda aynı cepheden ve saftan seslenmekte, duruşlarını belirleyen sınıfsal çıkarlar olmaktadır. Şekli itirazların, tali noktalardaki tartışmaların hiçbir hükmü yoktur. Bu durum “çeki düzen” amaçlı çıkışlarda da kendini göstermekte, TÜSİAD’ın “yeni” anayasa taslağına yönelik reaksiyonlar da şaşırtıcı olmayan biçimde aynı çizgi etrafında kümelenmeye yol açmaktadır.

Ne var ki iç gündemin saati seçimlere ayarlı işlediği için iktidardan pay kapma savaşı üst perdede seyretmekte ve hamleler buna uygun çapta ağırlık taşımaktadır. Bu yüzden de Kürt halkının Newroz’da milyonlarla doldurduğu alanların coşku ve öfkesine karşı yok sayma ve bastırma harekâtına bütün faşist ve gericiler tarafından açık ya da örtülü destek verilmekte ama Ahmet Şık’ın taslak halindeki kitabına ilişkin baskın, toplatma ve silme operasyonu ön plana çıkarılabilmektedir. Bu uygulama faşizmin tarzını, AKP hükümetinin bunu çıplak biçimde yansıtan zihniyeti ve sıkışmışlığını ortaya sermesi bakımından çarpıcıdır ama komünistlere, devrimcilere ve yurtsever güçlere yönelik uygulamalardan daha vahim değildir. Düşüncenin (düşünceyi ifadenin) yasaklanması, ürünlerin toplatılması ve bilgisayarlardan silinmesi değil, beyinlerden sökülmesi için her türlü imhanın, baskı, işkence ve şiddetin denenmesi, TC tarihinin olağan pratiğidir. Faşist terör, toplumun bütün köşelerinden, hapishanelerdeki hücrelere kadar kimliksizleştirme ve kişiliksizleştirmeyi dayatmakta, zihinler “steril” hale getirilmeye çalışılmaktadır…

Karşı-devrimcileri esas korkutan ve tehdit eden, işçi ve emekçilerin, ezilen halk ve ulusların örgütlenmesi, direniş ve mücadele ekseninde harekete geçmesidir. Saltanatlarını sona erdirecek yegâne güç budur. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da patlayan öfke dalgası karşısında yaşanan panik ve seferberliğin nedeni budur. Süreç ne Tunus ve Mısır’da dizginlenebilmiş ne de diğer ülkelerde önü alınabilmiştir. Bahreyn, Ürdün, Amman ve Suriye’de milyonlar ayaktadır ve kıyasıya çatışmalar yaşanmaktadır. Bölgenin isyan ocağı Filistin de harekete geçmiştir. Bu durum büyük bir dinamizm ve potansiyel yüklü Kürt halkının Newroz’da harladığı isyan ateşinin ne anlama geldiğini en vurucu biçimde hem dosta hem de düşmana anlatmaktadır. Sermayenin TÜSİAD eliyle yaptığı çıkış hiç kuşku yok ki Türkiye halkı değil kendi sınıflarının hayrınadır…

Çarklar, sömürü sayesinde dönmekte, daha fazla kâr olmaksızın “yaşam” döngüsü işlememektedir. Talan, yağma ve yıkım projeleri ne seçim ne de başka bir nedenle geri bırakılmayacak kadar hayatidir ve sistem yürümek zorundadır. Bu yüzden hayatın her noktasına müdahale vardır, bu yüzden her alanda çatışma büyümektedir. Yaşam, üretim ve yerleşim alanlarına saldırılarından etkilenen yığınlardan sağlık emekçilerine, Alevilerden çeşitli meslek gruplarına bütün toplumsal güçler, eylem, protesto ve direniş örgütlemekte, mücadelelerini geliştirmektedir.

Bu öfke ve tepki ateşlerini bir potada toplayacak, ona şekil ve karakter kazandıracak işçi ve emekçilerin sahne alacağı, birlik, yaygınlık ve istikrar/süreklilik kazandıracak eylem ve direnişlerdir ki bunun için çakılan kıvılcımlar artmakta, komprador burjuvazinin gerdiği ağlar parçalanmakta, sisli ve puslu ortam delinmektedir. SEKA, TEKEL vb. bir dizi örnekteki gibi, alevleri ne kadar yükseğe çıksa da sönen/söndürülen ateşlerin sınıfı, ezilen kitleleri sarması için yeni kıvılcımlar çakmaya devam etmektedir. Bunu gerçekleştirmenin şartları, sürekli yeni fırsatlar yaratarak olgunlaşmaktadır. Birleşik Metal-İş’e bağlı işçilerin 22 Mart’ta Eskişehir’de başlayan, 15 bin işçiyi kapsayan ve İstanbul-Gebze-Kocaeli havzasını içine alacak biçimde 6 Nisan’a kadar 21 fabrikaya yayılacak grevi son örnektir ve MESS üzerinden egemen sınıflarla çatışmanın en ileri mevzisini oluşturmaktadır.

Korkutmaya, sindirmeye çalışmanın en uç pratikleri her zaman panik ve endişenin had safhaya vardığı şartlarda sergilenmektedir. 21 yıllık sessizliğin ardından böylesi önemli bir sektörde başlayan grev, esnek, kuralsız ve güvencesiz çalıştırma (köleleştirme) rejimine karşı güçlü bir sınıfsal direniş merkezi kurma misyonuna hizmet edebilecek potansiyel taşımaktadır. Bunun bugünkü şartlarda yüklendiği daha büyük anlam, 1 Mayıs’a giden ve oradan seçimlere uzanan yaklaşık 2.5 aylık zaman diliminde, Kürt Ulusal Hareket güçlerinin “sivil itaatsizlik” olarak ilan ettiği kesintisiz eylem süreciyle (23 Mart) nesnel olarak kesişen ilişkisiyle değer kazanmaktadır. Buna birlikte hareket ve yönelim bağlamında “öznel boyut” kazandırmanın yolu her iki alanda yakılan ateşi güçlendirmek ve bu yönde karakterize etmeye çalışmaktan geçmektedir. Savaş ve isyan cepheleri kuran halklarla buluşmanın, işgal ve katliamlara set oluşturmanın asıl yöntemi bu olacaktır…

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu