GüncelManşet

İbrahim Kaypakkaya: Hatıra değil hafıza*

iboİbrahim Kaypakkaya’nın en yakınındakilerden biri olan Muzaffer Oruçoğlu, “Büyük insanlık için ölen insanların yüceltilmesi, dinlerden, kahramanlık efsanelerinden bize kalan mirastır” diyor ve ekliyor: “Bu miras bizi ölen insana ve kendimize yabancılaştırıyor.”

Bu yazının niyeti, Oruçoğlu’nun dikkat çektiği ‘mitleştirme’ye düşmeden, Kaypakkaya’nın ayırıcı özelliğine ve kıymetine kısaca dikkat çekmek olacak.

Kaypakkaya denilince akla hemen iki ‘boyut’ gelir: Kemalizm ve Kürt sorunu konusundaki cesur tespitleri ile işkencedeki yılmaz direnişi. Anarken esas eksenimiz de bunlar olmak durumunda.

 

I. ‘ULUSAL’ KOPUŞ

Türkiye solu -bugüne değin ulaştığı için gayet iyi biliriz ki- İttihatçılıktan muzdariptir. Memleketin soykırımlarla inşa edilmiş ulusalcılık tarihi, solcuların birçoğunun ayağında prangadır. Bu ahvâlde Kemalizm, ‘devralınan miras’tır; cumhuriyetin -veya öncüllerinin- gerçekleştirdiği gayrimüslim, Kürt veya Alevi katliamları, ‘burjuva devriminin’ inşası açısından zorunlu tarihsel uğraklardır.

Böyle söylemeyenler de vardır muhakkak; ama öyle görünüyor ki Kaypakkaya’ya varana değin solun ana hattında büyük ağırlık, böyle söyleyenlerindir. Denizlerin de mücadeleyi ‘2. Kurtuluş Savaşı’ olarak andığını, söylem referanslarının da genel olarak ‘ulusal kurtuluşçuluk’ olduğunu biliyoruz.

Kaypakkaya, Kemalizm’in ilericilik atfedilecek bir ‘burjuva devrimi’ olmadığını tespit eder; Kürt sorununu ise adlı adınca bir ‘ulusal sorun’ olarak kategorize ederek ‘ayrılma hakkına kadar varan tam hak eşitliğini’ savunur. Kürecik Raporu’nda, çalışma yürüttükleri 21 köyden 20’si Kürt olmasına rağmen “Kürt milliyetçiliğinin en küçük bir belirtisine bile rastlamanın olanaksız olmasını” eleştirir ve asimilasyonun başarısı olarak tarif eder.

‘Çorumlu’ Kaypakkaya’nın Kemalizm ve Kürt sorunu konusundaki çıkışı, adeta bir ‘ulusal’ kopuştur; ancak bu kopuşu sağlayan köklerin ‘sınıfsal’ olduğunu da söylemek mümkündür.

 

II. İBO’NUN SINIFI

Türkiye soluna damga vuran sınıf, öteden beri, ‘küçük burjuvazi’dir. Yoksulların çoğunluğunun ve soyu kırılan toplulukların tepeden inmeci rejimle derdi olmasına rağmen solun İttihatçılıktan muzdarip olması ve söyleminin ana hattını ‘ulusal kurtuluşçuluğun’ oluşturması bununla ilgili görülebilir fakat yalnızca bu da değildir: Sola öncülük edenlerin hemen tamamının sınıfsal pozisyonu da böyledir. Türkiye solunun tarihi, küçük burjuva aydınlarının cesaret ve inanç dolu öncülüğüyle şekillenmiş değil midir?

Kaypakkaya ise fikren olduğu kadar fiziken de ezilenler içindedir. Onu sol ile teorik olarak buluşturan eğitim hayatı olsa da, gerekçelerini ‘başkalarının yoksulluğundan’ değil, kendisinin ve ailesinin yoksulluğundan edinir.

Bunun İbo’nun hakikatle bağını kuvvetlendiren bir yan olduğunu düşünmek mümkündür.

İbo, yoksullar içinde bu yüzden çok sevilmiştir; kurduğu hareket, Ermenilerin, Kürtlerin, Alevilerin teveccühünü bununla kazanmıştır. Ve İbo, devletçe ve solca, biraz da bu nedenle sansürlenmiş, gizlenmiştir. Tehlikelidir: Hem devletin temellerine hem de jakoben kibre karşı.

III. KÜRECİK RAPORU

Kaypakkaya’nın henüz 24’ünde noktalanan yaşamını Türkiye solu için dönüm noktasına dönüştüren detaylardan biri, Kürecik Raporu’dur. Bu rapor, ‘tespit’ten çok ‘teknik’ ile kıymetlidir. İbo, faaliyete başlamadan önce toprağını tahlil etmeye, örgütlenmenin rota ve ihtiyaçlarını da bu tahlilden hareketle tespit etmeye çalışır. Onu Kemalizm’in özüne ve Kürt sorununa ilişkin cesur çıkışlara yönelten de budur.

O, sol popülizmle de dertlidir; köylülere ‘Siz durun, biz yaparız’ diyen anlayışları kıyasıya eleştirir; esas olan, köylüyü eyleyen hâle getirmektir.

 

IV. İŞKENCE

İbo, katledilmesinin öncesinde babasına yazdığı bir mektupta, “Perişan bütçenize yük olabilir ama kusura bakmayın” diyerek ihtiyaçlarını sıralıyor: Mintan, ceket, pantolon, ayakkabı ve bir saat. Ekliyor: “Saatsizliğin çok sıkıntısını çekiyorum.”

Kaypakkaya, babasının eline bir torba içinde paramparça verilmesine değin devam eden işkenceye nasıl direnmiştir?

Bence yanıtı, biraz da buradadır. O, işkence altındayken bile zamanını okumaya, anlamaya çalışan; ölümün kıyısında bile ibo 1yaşamı savunmaktan geri durmayan bir komünisttir.

 

V. ÖLÜMSÜZLÜK

İbo’yu 18 Mayıs 1973’ten 44 yıl sonra dahi ‘ölümsüz’ yapan, ‘anarken anlaşılmaz kılan’ mitler ve yücelttiğini sanarken kıymetinden azaltan dogmatizm değil, bu ‘hakikat’ olmak durumunda.

Keza onun kıymetli olmak için azizleştirilmeye ve tabulaştırılmaya ihtiyacı da yoktur; o, ayırıcı özellikleri, ‘kopuş’ mahiyetinde çıkışı ve cesareti ile on yıllar sonra bile kılavuzdur. Hikâyesi hâlâ örgütlenen İbo’ya kim ‘ölü’ diyebilir?

Onu ‘öldüren’ tek bir şey varsa o da hikâyesini donuklaştırmak, yöntemine boşverip ismiyle ‘dinsel’ bir kimlik kurmak, ‘hafıza’yı mistik bir ‘hatıra’ya dönüştürmektir.

***

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça ile Kemal Gün’ün açlık grevleri devam ediyor. Onlar, Türkiye’de toplumsal karşı koyuştan umudun iyiden iyiye kesildiği bir dönemde ısrar ve inatla bir ‘direniş mecrası’ yarattılar, ‘direnmenin imkânı’na dikkat çektiler.

Sağolsunlar, gerçekten mücadeleyle ‘sağ’ olsunlar.

 

*Osman Oğuz. Yeni Özgür Politika, 15 Mayıs 2017

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Diğer içerik
Kapalı
Başa dön tuşu